J.R.R. TOLKIEN’İN ORTA DÜNYA’SI ÜZERİNE KONUŞMALAR
illüstrasyon: John Howe, 1989
Tek Yüzüğün Neyi Temsil Ettiği Üzerine
“Hepsine hükmedecek Bir Yüzük, hepsini o bulacak
Hepsini bir araya getirip karanlıkta birbirine bağlayacak
Gölgeler içindeki Mordor Diyarı'nda”
Yüzüklerin Efendisi’nde bahsi geçen tek yüzüğün, gücü ve kullanan kişide yarattığı bozulmayı (corruption) hemen herkesin fark ettiğini sanıyorum; lakin bu ne tür bir yozlaşma ve ne tür bir güçtür? Bu gücün kökenini araştırmamız gerekir. Öylesine bir güç ki, nihayetinde bütün dünyanın kaderini belirler.
J.R.R. Tolkien’in Yunan Filolojisi uzmanlığı göz önüne alındığında ve Platon’un Devlet yapıtında anlatılan Gyges’in Yüzüğü efsanesiyle, Sauron’un Hüküm Dağı’nda dövdüğü tek yüzüğün işlevinin paralelliği göz alıcıdır. Kitapta, Sokrates ve Thyrasmakhos’un doğruluk (just) ve eğrilik (unjust) kavramları üzerine tartışmalarının ardından sohbete katılan Glaukon, bu efsaneyi anlatır. Mevzubahis efsaneye göre, Gyges, Lidya kralının hizmetindeki bir çoban iken deprem ve selin olduğu harabede gezindiği sırada, bir ölünün parmağında altın bir yüzük görmüş ve bu yüzüğü almış -ki yüzüğün iki eserde de altın olması insanın tamahkarlığına yapılan bir vurgudur, her ay sonunda kralın huzurunda yapılan toplantıya Gyges, bu parmağındaki yüzükle katılmış ve toplantı sırasında parmağındaki yüzüğü çevirmesiyle görünmez olduğunu fark etmiş. Bunun üzerine, saraya girip kralın karısını baştan çıkararak birlikte olup, kralı öldürüp onun yerine geçmiş. Nihayetinde Glaukon, bu noktada şu saptamayı yapar: “İşte bu örnek, insanın kendi isteğiyle değil, zorlanarak doğru olduğunu gösteriyor.” Bunun üzerine, başlangıçta Sokrates doğruluğu nasıl savunacağını “bilemez” olduğunu vurgular ve devamında doğruluğun sonunda kazanacağı inancıyla sıfırdan bir toplum oluşturma girişimine kalkışırlar. Bu noktada, Tolkien’in evrenindeki yüzüğün eğriliği (unjust) temsil ettiği yorumu pekala yapılabilir.
Gyges’in yüzüğü bulurkenki tasviri, 16. yy
Bu bağlamda, Gyges’in Yüzüğü hikayesi bize şunu gösterir: ahlak (morality) sosyal bağlamda oluşmuş bir olgudur ve insan gizli kalacağını bildiği anda moral değerlerini yitirecektir. İnsan, yalnızca belirli bir ceza veyahut izlenilmekten (kapaksız göz, Sauron’un gözü) korkuyorsa doğru olmayı seçecektir. Ne varki, Sokrates bu tartışmanın devamında doğru ve eğrinin mutlak ve kesin olduğunu ve bilindiğini öne sürerek (çünkü öncesinde Glaukon eğriliğin son kertesinin doğru olmadan doğru gözükmek olduğunu öne sürmüştür), Gyges’in yüzüğünü arzuları, hırsları yönünde kullanmak isteyen kişinin, bu düşük ve alçak arzuların kölesi olacağı ve sonunda mahvolacağını söyler. Sokrates’in bahsettiği bu düşük ve alçak arzuların esiri olma durumunu Gollum karakterinde çok net bir şekilde görürüz. Yüzüğün Gollum’da kişilik bölünmesi ve açık seçik bir şekilde deformasyon yaratması görülür. Yüzüğü kişileştirerek ona “kıymetlimis” diye seslenir. Öte yandan, Sokrates, doğru ve ahlaklı yaşayanın kontrollü, anlamlı ve mutlu bir hayatı olacağını öne sürer. Örneğin, Tom Bombadil, yüzüğe aldanmayarak doğru olanı yapar.
Başka bir bağlamda, yüzüğün taşıyan kişiyi bir kelepçe gibi tutsak ettiği (veya anımsattığı) ve bu yüzden yüzük sembolünün kullanıldığı ve hatta Tolkien’in dünya tarihini lineer değil de sirküler (cyclique) olarak ele almasını de temsil eder demekte bir beis görmüyorum. Buna daha sonra değineceğim. Ek olarak, yüzüğün, eğer eğri olan ise, hıristiyan bağlamda, doğrunun tersi değil, sonradan bozulmuş (corrupted) ve bir eklenti olduğunu görmekte de fayda var. Yüzüğün varlığı ile insanın varlığı arasında bir korelasyon olduğu düşünülemez. Bunu Tolkien’in Katolik Görüşü Bağlamındaki Orta Dünya’da açıklayacağım.
Öte yandan, yüzüğe sadece ‘güç’ bilgisi atfedemeyiz, bu belirsiz bir tanımlama olacaktır. Nitekim, ‘iktidar’ bağlamında da karşımıza sıklıkla çıkar. Her iktidarda olduğu gibi, bu iktidarın da dalkavukları olacaktır ve nitekim Gollum veya Saruman’ın bu iktidara olan öykünmeleri, yüzüğü elde etmekten öte, yüzüğün azametine boyun eğmek ve onun iradesiyle yaşamayı seçmelerinden geçer. Tolkien’in eserinde yüzüğün iradesine boyun eğen insanlar, tıpkı Sokrates’in dediğine benzer bir şekilde, alçak duyguların esiri olmak durumunda kalırlar ve bu ‘sahip olma’ duygusu birçok Orta Dünya mitolojisinde karşımıza çıkar. Mesela Hobbit’te bir ejderha olan Smaug’un altınların içinde yatması, bir bağlamda Thorin’in altına olan tamahkarlığını gösterir. Tıpkı bir ejderhanın altınla işi olamayacağı gibi, bir insanın da (veya cücenin) olmaması gerekir. Başka bir örnek ise, ölümlü oluşlarını kabul edemeyen insanların, ölümsüzlük uğruna Melkor’a (Morgoth) tapınmaya başlamalarıdır.
“Masallar hemen hemen bir şey hakkındadır, değil mi? Ölüm. Ölümün kaçınılmazlığı.”
Tolkien Oxford’da (1968), BBC 2 Televizyon Belgeseli
Sonuçta, Platon’un ütopyasının çıkış noktası olan bu tartışmanın, Tolkien’in Orta Dünya’sında da benzer bir karşılığı olduğu ve nihayetinde Tolkien’in bu tartışmayı tekrardan masaya yatırdığını görmek gerekir. Doğru (just) olmak, sonunda güzel şeyleri beraberinde getirir mi? İyi bir dünya yaratmanın yolu, doğru olmadan doğru görünmek değil, doğruyu seçmek ve doğruyla yaşamaktan geçer. Nitekim, yüzüğün mukavemetine direnen tek şey bu olmuştur ve yüzüğün yok edilişi ile Güneş’in Üçüncü Çağı sona erer.
“Bir şart var: eğer hikayede hiciv bulunuyorsa, tek bir şey ile dalga geçilmemeli, o da büyünün kendisi. Büyü hikayede ciddiye alınması için var olmalıdır, gülünmek ya da savuşturulmak için değil. Sir Gawain and the Green Knight, bu ciddiyete dair takdire şayan bir örnektir.”
J.R.R. Tolkien, Peri Masalları Üzerine, s.4
Tolkien’in Katolik Görüşü Bağlamında Orta Dünya
“Başlangıçta Söz vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi ve Söz Tanrı’ydı. Başlangıçta O, Tanrı’yla birlikteydi. Her şey O’nun aracılığıyla var oldu, var olan hiçbir şey O’nsuz olmadı.”
İncil, Yuhanna, 1:3
Kendisini dindar olarak tanımlayan Tolkien’in, legendarium diye adlandırdığı külliyatında, hıristiyan referanslarına ve sembolizmine zaman zaman rastlasak da, bu Tolkien için fazlasıyla önemli bir yer teşkil etmemiştir. Nitekim, aslolan, kendi deyimiyle birkaç destandan ibaret olan İngiliz Edebiyatına gerçek anlamda mitoloji ve efsaneyi yerleştirmekti.
Yine de Orta Dünya’nın yaratılışı, zamanın sayımının başlangıcından önceki olaylar ve Orta Dünya tarihine baktığımızda, fazlasıyla hıristiyan (biblical) bakış açısı, iyi ve kötü (buna aydınlık ve karanlık diyenler de olacaktır) kavramlarının çarpışmasında, fazlasıyla Tolkien’in katolik oluşunun etkisini görebiliriz. Örneğin, Eru Ilúvatar’ın Ainur (Kutsal Olanlar)’ı yaratışının ezgiyle oluşu dikkat çekicidir. Tolkien’in eserlerinde; müziğin, sözün ve sözcüklerin önemi, tıpkı İncil’dekini anımsatmaktadır.
“Eru vardı, Tek Olan; Ilúvatar derlerdi adına Arda’da. Ve o önce Ainur’u yaptı, Kutsal Olanları, bunlar zihninin evlatları idiler, ve sair hiçbir şey yaratılmadan evvel onunla birlikteydiler. Ve konuştu onlarla, ezgiler sundu; ve onlar önünde şarkılar söylediler, ve o memnun oldu.”
J.R.R. Tolkien, Silmarillion, Ainulindalë (Ainur’un Müziği), s.47
Ainur’un müziğiyle yaratılmış olan Dünyaya, sonradan egemen olmak isteyen Melkor da tıpkı İncil’deki düşmüş meleği (Lucifer)’ı andırır. Sonrasında Elflerin gelişiyle, Melkor’un Mandos Kalesi’ne hapsedilmesi; hatta Melkor’un kendi başına kötülük yaratmadığı ve Eru’nun yarattıklarını değiştirmesi de ciddi referanslardır. Zira, hıristiyanlıktaki iyi ve kötü ayrımı da bu yöndedir. Kötü, karşımıza bir saf kötü olarak çıkmaz. Daha çok, sapkınlaştırılmış (perverted) ya da iyiden bozulmuş (fallen good) olarak görülür. Nitekim, başlangıçta ne Melkor kötüydü, ne de onun ‘yarattıkları’. Örneğin, Melkor, Ork ırkını Elflere işkence ederek yaratmıştır. Arda’nın bozuluşu da aslında bu şekilde gerçekleşir. Sonradan ‘kötü’ (diabolic) titrini Melkor’dan alacak olan Sauron’un da şekil değiştirebilen bir Maiar olduğu ve İncil’de geçen ‘yedi başlı, on boynuzlu, kızıl renkli ejderha’ iblis tarifine uygunluğu göz doldurucudur.
“Başlangıçta hiçbir şey kötü değildi, Sauron bile.”
J.R.R. Tolkien, Yüzüklerin Efendisi: Yüzük Kardeşliği, Elrond’un Divanı
Tolkien’in eserlerinde karşımıza çıkan kötülük, doyumsuz bir şekilde elde etme, yönetme ve domine etme arzusundan ileri gelir. Bu kötülüğün de, Tanrısal bir bağı olmayan, tıpkı yüzük gibi bir eklenti olarak var olabildiği kanaatindeyim.
Öte yandan, hıristiyanlıkta, Tanrı’nın yardımı olmadan insanların kaybolacağı düşüncesinin yansımaları da, Orta Dünya’da sıklıkla kendini gösterir. Bütün Yüzüklerin Efendisi serisi boyunca, Frodo’ya yol göstermek ve yardım etmek için çeşitli karakterler adeta birleşir. Kimileriyle zaman zaman yolları ayrılır (Yüzük Kardeşliği), lakin nihayetinde, Frodo bu zorlu yolculuk boyunca sürekli bir rehbere ihtiyaç duyar ve ihtiyacı karşılanır. Özellikle, Samwise Gamgee, onu bir an olsun yalnız bırakmaz. Bir başka örnek olarak da, Galadriel’in Frodo’ya Yüzük Kardeşliği bölümünde, Eärendil’in Yıldızı’nın ışığıyla dolu Yıldızcamı’nı vermesi, Frodo’nun ve Sam’in Cirith Ungol’da yönlerini bulmasına yardım eder.
“...özgür irade, kaderin modus operandi’sidir.”
C.S. Lewis, Of Other Worlds: essays and stories, s.15 (m.o. çalışma biçimi/yöntemi/prensibi)
Yüzüklerin Efendisi’nde, Frodo’nun tam anlamıyla Judo-Hıristiyan bağlamda bir mesih figürü olduğu söylenemez. Özellikle, yüzüğün yok edilmesi gereken bölümde iradesizlik gösterişi bu fikri hemen çürütür. Aslında vurgulanmak istenen tam olarak da budur. Hıristiyanlıktaki “Tanrı gizemli yollardan çalışır” ve biraz önce bahsedilen insanlığın Tanrı’nın rehberi olmadan kaybolacağı vecizesine uygun bir şekilde, yüzüğün yok edilişi için binbir türlü karakterin iradesi birleşmek durumundadır. Yüzük Kardeşliği’nde Gandalf bu konuda şöyle konuşur: “Gönlüm bana, bu iş bitmeden onun da (Gollum) ister iyi yönde olsun, ister kötü, mutlaka bir rol oynayacağını söylüyor...”
Ne var ki, yüzüğü Frodo’dan başkası da taşıyamazdı. Çünkü o, Gandalf’ın da bildiği bir şekilde ‘seçilmiş’ idi ve bunu hiç kimse (Sam bile) merhamet göstermezken, Gollum’a gösterdiği merhametle doğrular. Öte yandan, başka hiçbir dinde göremeyeceğimiz bir şekilde, Hıristiyanlıkta, Tanrı’nın (İsa) insanlık için kendini feda etmesi gibi bir motif vardır. Nedense, Frodo’nun yolculuğu da İsa’nınkine benzer; hatta yüzüğü taşıyışı ve yüzüğün ağırlığı onda İsa’nın çarmıhını taşımasına mümasil bir etki yaratır.
“Yaşayanların birçoğu ölümü hak ediyor. Ve ölenlerin bir kısmı da yaşamayı hak ediyor. Yaşamı onlara verebilir misin?... Çünkü en bilge olanlar bile her şeyin sonunu göremez.”
J.R.R. Tolkien, Yüzüklerin Efendisi: Yüzük Kardeşliği, Geçmişin Gölgesi
Bu bağlamda, Tolkien’in külliyatı boyunca, bazı karakterlerin yeniden hayata getirildiği ve bazı karakterlerin ‘beklenmedik’ ölümlerine şahit oluruz. Hıristiyanlıkta yemin etmenin (oaths) önemi de Tolkien’in eserlerinde sıklıkla vurgulanır. Yemin bozulduğunda gelecek bir lanet kaçınılmazdır. Örneğin, Yüzük Kardeşliği adı altında kutlu bir yola çıkan kardeşliğin içinde fesat çıkaran Boromir, özünde iyi olup olmamasına bakılmaksızın, kardeşlik bozulmadan ölecektir. Saruman da benzer bir şekilde, olması gerektiği Maiar olmamasının diyetini acı bir ölümle tadacaktır. Tam tersi olarak da, hıristiyanlık motifine uygun bir şekilde, kendinden başkalarını gözeten (selfless) kişilerin beklenmedik ölümleri üzerine de, hayata geri getirildikleri görülür. Örneğin, Balrog ile dövüşünün ardından Beyaz Gandalf olarak hayata döndürülen Gri Gandalf veya bir ölümlü olan Beren’in Morgoth’un Demir Tacı’ndan Silmaril’i çalmasının ardından ölümü üzerine, ölümsüz bir Elf olan sevdiği kadın Lúthien’in de acısına dayanamayarak öldüğü ve sonrasında yeniden hayatla ödüllendirildikleri görülür.
“RAB öldürür de diriltir de,
Ölüler diyarına indirir ve çıkarır.”
Samuel, 2:6
Hobbit ve Orta Dünya Alegorisi Üzerine
“Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir.”
Tolstoy
Tolkien, Yüzüklerin Efendisi’nin alegori olarak ele alınıp alınmaması sorusuna katiyetle karşı çıkar; ne var ki onun alegori deyimi, daha doğrusu dönemin getirdiği bir sonuç olarak, daha kapana kısılmış bir anlam ihtiva ediyordu. Bu sebepledir ki, birçok yerde ve zamanda alegori tabirinden hoşlanmamış olsa gerek. Yine de, biraz önce tespit ettiğimiz gibi, Tolkien’in eserlerinde Platon’unkine benzer bir ‘double sens’ (çift anlamlı) anlatım biçimi olduğunu görüyoruz. Üstelik Tolkien, aynı röportaj içinde Yüzüklerin Efendisi’ni şöyle tanımlar: “...Ama bu sanırım daha çok insan ırkının bir alegorisi gibi gözüküyor. Burada, imkansız tuhaflıklara karşı (ormanlar, volkanlar, vahşi canavarlar), nispeten küçük insanların dinmek bilmeyen cesaretiyle hayatta kalıyor olmamızdan hep etkilenmişimdir. Mücadeleye devam ediyorlar, hem de hemen hemen körlemesine bir şekilde.” - Dennis Gerrolt BBC-radyo 4 röportajı, 1971
Bu noktada, Tolkien’in alegori kelimesinin kendisiyle ve yarattığı ihtivayla ilgili bir problemi olduğu aşikar (ve kendisi alegori tabiri yerine eserde bir ‘ahlak’ olduğunu vurgular); lakin üzerine bastığı konu da fazlasıyla önemlidir; çünkü her ne kadar Tolkien’in İki Dünya Savaşıyla da doğrudan ya da dolaylı olarak münakaşası olsa bile, eserlerinde insanlık tarihini sürekli tekrar eden bir döngü olarak ele alır ve yaptığı bir alegori varsa bile bundan ibarettir. Nitekim, Yüzüklerin Efendisi’ndeki uruk-hai ırkını SS subaylarına, Saruman’ın Beyaz Eli’ni de Svastikaya benzetmemiz, Orta Dünya tarihi bağlamında bir şey ifade etmemektedir. Hatta alegori kelimesinden çoğu insanın bunu çıkaracağı çok açık olduğu için, Tolkien bu kelimeden uzak durmuştur; ne var ki kullanmak istediği anlamı da, yine yalnızca bu sözcük vermektedir.
Sonuçta, Birinci Dünya Savaşı’nda Lancashire Fusiliers’da Somme Savaşına (Fransa) katılıp, yarı-gizli topluluğu olan T.C.B.S’deki arkadaşlarını kaybetmiş ve İkinci Dünya Savaşı’nda (hava kuvvetlerine) henüz onsekiz yaşında katılan ve hakkında ‘benim şef eleştirmenim ve yardımcım’ diye bahsettiği oğlu Christopher’ı da kaybetme korkusu olan Tolkien’in, savaşla münakaşası fazlasıyla dramatiktir. Kendisi, savaşın yazınına olan etkisini inkar etmeye çalışsa da, eserlerindeki savaş temasının ne denli hayatıyla ilintili olduğunu Janet B. Croft, War and the Works of J.R.R. Tolkien kitabında adım adım işlemiştir. Örnek vermek gerekirse, savaş koşullarının ‘rahatsız’ olmasından yakınan Tolkien, maceraya atılan Bilbo’nun ‘mendilimi unutmuşum’ repliğinde, savaşın ani ve hazırlıksız yakalamasını ve savaşın karşısında ne kadar küçük ve komik olabileceğimizi tekrar hatırlatır. Yakın arkadaşı C. S. Lewis’in de Hobbit kitabı hakkında ‘hobbitler sadece hobbitçe olmayan durumlarda eğlencelilerdir’ gibi bir yorum yaptığından bahseder.
“Barışta, oğullar babalarını; savaşta ise, babalar oğullarını gömer.”
Herodot
Tolkien’in 1937 'de yayımlanan Hobbit adlı eserine, Joseph Campbell’ın The Hero’s Journey (Kahramanın Yolculuğu) kuramı üzerinden fazlasıyla okuma yapılmıştır. Bu sebepledir ki, Campbell’ın kuramındaki 12 aşamayı tek tek incelemek yerine; Campbell’ın kuramındaki bazı aşamaların, Tolkien’in bahsettiği ‘insanlık alegorisi’ ile ne denli uyum içerisinde olduğunu ortaya koymakta yarar var. Kuramın ilk üç aşaması sırasıyla şu şekilde adlandırılır, Ordinary World (Sıradan Dünya), Call to Adventure (Maceraya Çağırılma) ve Refusal of the Call (Çağrının Reddedilmesi).
Joseph Campbell’ın Kahraman’ın Yolculuğu diyagramı
Shire, tıpkı Orta Dünya’nın kendisi gibi, izole ve dünyanın kalanına kayıtsız kalan; hatta Tolkien’in deyimiyle: “Hobbitler, sadece köylü (yontulmamış) İngilizler, boyut olarak küçükler çünkü bu (genel olarak) hayal güçlerinin küçüklüğünü yansıtıyor -örtük güçlerinin ya da cesaretlerinin eksikliğini değil”. Orta Dünya, Shire ve Hobbitler adeta katmanlaşmış ve aynı anlama gelen bir yapı haline gelmiş, matruşkayı andırır. Orta Dünya da, bu ‘insanlık alegorisi’ içinde yer alır çünkü etrafı okyanuslarla kaplı ve Ainur’un ezgisiyle dünyaya fırlatılmış ırkları barındırır ve tarih sürekli bir tekrarlar silsilesiyle ilerler. Tıpkı George Orwell’in 1984’ündeki ironik “savaş barıştır” cümlesindekine benzer bir şekilde, adeta tahterevallinin kendini dengelemeye çalışması gibi, Orta Dünya tarihi de tıpkı dünya tarihi gibi kendini tekrar eder. Bu sadece siyasal bağlamda değil, birçok tekrarı gösterir bize. Örneğin Beren ve Lúthien’in aşkı, fazlasıyla Aragorn ve Arwen’inkini andırır. Karanlıkta Bilmeceler bölümünde Gollum’un yüzüğü içerik bağlamında derin anlamlara sahip olmasa da, devamında Orta Dünya tarihinin genişlemesiyle bir güç, bir iktidar; hatta özünde insanoğlunun hükmetme, elde etme doyumsuzluğunun yozlaştırmasının timsali olarak ortaya çıkar.
Tekrar Campell’ın kuramına dönersek; Shire, insanlığın konfor alanını temsil eder. Bu izole ve keşfedilmemiş dünyanın büyüklüğü karşısında küçük kalan insanlığı da Hobbitler temsil etmek durumundadır. Yani Hobbitlerin algıladıkları dünya, onlar için olağan ve olması gereken dünya iken; Maceraya Çağrılma noktasında, bu bağlamda Bilbo Baggins, konfor alanından çıkmak istemez ve ilk etapta tıpkı diğer ‘seçilmiş’ masallarında olduğu gibi, maceraya yapılan çağrı reddedilir. Sonrasında, dış dünyanın varlığının keşfi ve bilinmezin ilgi çekiciliğiyle bu sorumluluğu alan baş karakter, maceraya atılır (bk. Platon’un Mağara Alegorisi). Türlü zorluklar, badireler, testler ve nihayetinde ölümden dönme (resurrection) yaşanmasıyla, karakter macerasını tamamlayıp, eve dönüş yapar. Ve döndüğünde artık aynı insan değildir.
“Dışarıdaki dünya, sırf mahkum göremiyor diye daha az gerçek değildir.”
J.R.R. Tolkien, On Fairy Stories, s. 20
Bu noktada birinci olarak vurgulanan; bu küçük canlıların, ne kadar çok şeyi değiştirebilecek ve neleri göğüsleyecek iradeye sahip olduğudur -ki Tolkien’in külliyatında umut (estel) kavramına sıklıkla yapılan vurgu da bu bağlamda anlamlıdır. İnsan öncelikle seçimini yapmak durumundadır. Bilbo Baggins, Shire’dan uzaklaşması gerektiğine zaten karar vermiştir ve sadece bir mentora (Gandalf) ihtiyaç duymaktadır ve gerekli dürtü verildikten sonra (seçiminin ne olduğunu anladığında), Shire’ı koşarak terk edecektir. Öteki taraftan, özellikle Yüzüklerin Efendisi’ndeki karanlık atmosfer ve hemen hemen bütün Orta Dünya’ya yayılan savaşın yarattığı umutsuzluğa karşı, sürekli ve sıklıkla yapılan umut vurgusuyla, kötülüğün içinde debelenen ve başa çıkılamayacak ölçekteki bir kötülüğe direnen insanlığın, sadece bu çabası bile her şeyi değiştirmek durumundadır ve değiştirmiştir de. Tıpkı Bilbo’nun macerasında olduğu gibi.
Sam: Bunların hepsi yanlış. İşin doğrusu burada olmamalıyız bile. Ama öyleyiz. Tıpkı büyük hikayelerdeki gibi, Bay Frodo. Gerçekten önemli olanlardaki gibi. Karanlık ve tehlikeyle doluydular, öyle ki bazen sonunu bile bilmek istemezdiniz. Çünkü nasıl sonu mutlu olabilirdi ki? Öylesine kötü şeyler olduktan sonra dünya nasıl eski haline dönebilirdi ki? Ama nihayetinde, bu gölge, geçici bir şey. Karanlık bile geçmek zorunda. Yeni bir gün doğacak. Ve Güneş doğduğunda, her zamankinden daha parlak olacak. Size dokunanlar, bu hikayelerdi. Bir şey ifade edenler. Niçin olduğunu anlamak için çok küçük olsanız bile. Ama bence, Bay Frodo, ben gerçekten anlıyorum. Biliyorum artık. O hikayelerdeki insanların geri dönmek için bir sürü fırsatı oldu ama yapmadılar. Çünkü bir şeye tutunuyorlardı.
Frodo: Biz neye tutunuyoruz, Sam?
Sam: Bu dünyada hala iyilik olduğuna Bay Frodo ve bu savaşmaya değer.
Peter Jackson, Yüzüklerin Efendisi: İki Kule, 2002