MODERN OİDİPUS | Bir Dune İncelemesi
“Özgür irade, kaderin modus operandi’sidir.”
C.S. Lewis
C.S. Lewis’in bahsettiği üzere, özgür irade kaderin işleyiş biçimi midir? İnsan gerçekten özgür mü, yoksa yaptığı seçimler onu kaçınılmaz bir sona mı sürüklüyor? Tarih boyunca bu sorular, mitolojiden felsefeye, edebiyattan sinemaya kadar birçok eserin temelini oluşturdu. Sofokles’in Oedipus’u, Shakespeare’in Hamlet’i veya Frank Herbert’in Paul Atreides’i—üçü de bir kaderle yüzleşen ve onu değiştirmeye çalışırken adeta kendi yıkımını hazırlayan trajik figürler.
Bu yazıda, Dune ve Dune: Messiah’ı, Oidipus trajedisi bağlamında ele alıp, Paul Atreides’in neden modern bir Oidipus olduğunu tartışacağım. Aynı zamanda, Hamlet ile olan içsel çatışma paralelliklerine de değinmekte fayda var.
Trajik Kahramanlar: Oidipus, Hamlet ve Paul
Soldan Sağa: Çoban Phorbas’ın Bebek Oidipus’u Diriltmesi (19. yy), Mel Gibson Hamlet’i Canlandırıyor (1990), Timothée Chalamet, Paul Atreides Rolünde (2024)
Bu kıyaslamayı yapabilmemiz için evvela trajik kahramanın özelliklerini sermemiz gerekiyor. Aristo, Poetika’da trajik kahramanın karakteristiklerinden bazılarını şöyle sıralıyor:
1. Soylu aileden gelmesi (krallar, liderler ya da savaşçılar)
2. Trajik bir kusura sahip olması (hamartia -yani onların düşüşüne sebep olacak temel bir hata)
3. Bir dizi olaylar sonucunda talihinin terse dönmesi (peripeteia -yani eylemlerinin beklenmedik bir sonuç doğurması, bu sebeple saygınlıklarını kaybetmeleri
4. Bir farkındalık anına sahip olması (anagnorisis -kahraman hatasını ya da kusurunu fark ediyor ama genellikle bu kaderini değiştirmek için çok geç oluyor)
5. İbret öyküleri olması ve izleyicide acıma duyguları uyandırması (catharsis -özünde tragedyalar ibret hikayeleri)
Bahsettiğim karakteristiklerin hangi açılardan Sofokles ya da Herbert’ın eseriyle uyum sağladığına bir göz atalım. Öncelikle, hatırlamayanlar için, Oedipus’un hikayesini kısaca bir özetlemek faydalı olabilir.
Aristoteles, Poetika, İş Bankası Yayınları
2. Oedipus’un Kaderi: Kehanetin Kaçınılmazlığı
Thebes’in kralı Oidipus, şehrini yıkıcı bir salgından kurtarmak için arayıştadır. Kreon, salgının eski kral Laius’un katilinin hala şehirde olmasından kaynaklandığını söyler. Oedipus katili bulma konusunda kararlıdır ve araştırdıkça korkunç gerçeğin farkında varır:
Oedipus bir kehanetten dolayı daha bir bebekken terk edilmiştir çünkü kehanet onun babasını öldürüp annesiyle evleneceğini söylemektedir. Oedipus bu hikayeden habersiz bir şekilde kral ve Corinth kraliçesinin gözetiminde büyümüştür. Sonrasında bu kehanetten kaçınmak için şehri terk etmiş, yolda bir adamı öldürmüş ve Thebes’in dul kraliçesiyle evlenmiştir. Aslında yolda öldürdüğü adam babası Laius’tur ve evlendiği kadın da Jocasta, yani annesidir. Gerçek açığa çıktığında, Jocasta kendini öldürür; Oidipus ise, hem bir sembolik cezalandırma hem de bir aydınlanma sembolizmi olarak, kendini kör eder ve sürgüne gider.
Kral Oidipus, Sophokles, İş Bankası Yayınları
Sofokles’in eseri Kral Oedipus, özgür irade ve kader çatışmasını o kadar ustaca işlemiş ve bu açıdan o kadar önemli ki, birçok eserde alıntılanmış ve farklı yorumlarla ele alınmıştır. Örneğin, 1966 senesinde, tüm zamanların en büyük rock iconlarından biri olan Jim Morrison’ın The End şarkısına Oidipus’la ilgili bir pasaj eklemesi, canlı performans gösterdikleri Whiskey a Go Go barından kovulmalarına sebep olmuştur. Ama bu gösteri o kadar etkileyiciydi ki, Elektra Records aynı gösteri sebebiyle grupla anlaşıp ilk albümlerinin prodüktörlüğünü üstlenmişti. Aynı şekilde, İş Bankası tarafından yapılan bu çevirinin önsözünde Oedipus için “…kadercilikle savaşan insanların başında gelir,” tanımı yapılmıştır.
Hem Aristo’nun Poetika’sındaki tanımlamadan hem de Sofokles’in eserindeki noktalardan yola çıktığımızda, Paul Atreides’in hikaye arkının ne denli bir trajik kahraman düşüş hikayesi olduğunu anlayabiliriz.
Tıpkı Oedipus gibi, Paul Atreides de, soylu bir aileden geliyor. Paul’un kusuruysa, annesi Jessica’nın bir Bene Gesserit rahibesi olması ve Bene Gesserit’lerin gücü, Dune evreninde binlerce yıldır süregelen bir üreme programını kendi amaçları doğrultusunda manipüle etmelerinden geliyor. Bu üreme programının amacıysa zamanı ve mekanı aşkın bir şekilde görebilen bir erkek rahibe yaratmak. Jessica, bir Bene Gesserit olarak, bu erkek rahibeyi -yani Kwisatz Haderach’ı planlanandan bir nesil öncesinde doğurmuştu. Paul’un aslında bir trajik kahraman olarak temel kusuru da bu. Frank Herbert, burada hikaye anlatımı anlamında dikkate değer bir dilemma yaratıyor çünkü aslında Fremenler’in Lisan Al Gaib kehaneti Tanrısal bir nitelik taşımıyor; aksine Bene Gesserit’lerin Arrakis’e yerleştirdiği ve kendi kendini gerçekleştiren kehanetlerden birisi. Bu bağlamda, dikkatli bakılmadığında, Paul’ün filmde de gördüğümüz geleceği görme yetisi (prescience) aslında bir lütuf olmaktan çok bir boyunduruğa, üzerinde taşıdığı bir yüke benziyor. Çünkü Paul, bu görüşü sayesinde bazı kararları almaktan kaçınma ya da bazı kararları alma gerekliliğiyle lanetlenmiş gibi.
Yine benzer bir şekilde, hem kitapta hem de filmde görebileceğimiz üzere, Paul Atreides de tıpkı Oidipus gibi kehanetten kaçınmaya çalışırken aslında tam anlamıyla kehanetin gerçekleşmesini sağlıyor. Bu C.S. Lewis’in kader ve özgü irade üzerine söylediği söze benzer bir biçimde aslında hikayelerin temelindeki insanın boyunu aşan bir dilemma’ya işaret ediyor. En nihayetinde, Antik Yunan Tragedyaları’ndaki öyküler, temelde insana ölçülü olmayı salık veren ibret hikayeleri ve bu ibretten alınacak ders de, insanın her şeye kudretinin yetemeyecek olması. Üstelik kral, dük ya da lord olmanız bu açıdan hiçbir şeyi değiştirmiyor.
3. Körlük Metaforu: Oedipus ve Paul’ün Gözlerini Kaybetmesi
The Matrix Revolutions (2003), Yön: Wachowskiler
“…Ben bu dünyanın ötesindeki dünyadayım. Benim için ikisi bir. Bana yol gösterecek bir ele ihtiyacım yok. Etrafımdaki her hareketi görebiliyorum. Yüzündeki her ifadeyi görebiliyorum. Gözlerim yok, ama yine de görüyorum.”
Dune Mesihi, s. 213
Oidipus’taki ‘körlük’ ve ‘bilgelik’ arasındaki ilişki de yine Dune da, özellikle Dune: Messiah kitabında ortaya çıkıyor. Oidipus kehanetin gerçekleştiğini öğrendiğinde kahrından kendini kör ediyor; aynı şekilde Dune: Messiah kitabının sonlarında Paul Atreides kör oluyor ancak kör olmasına rağmen her şeyi görmekle lanetlenmiş bir trajik kahraman. Oedipus da Paul de kehanetten kaçmaya çalışır; ancak bu kaçınmalar onları tam da korktukları sona götürür. Aslında bu iki hikayede de körlük motifi, şu anlamda da sembolik ve şiirsel bir altmetin taşıyor: Paul, geleceğe dair vision’lar (öngörülere) sahipken aslında yanılıyordu. Aldığı kararları almadığında evrenin nasıl bir yöne gideceğine dair öngörüleri belki de sadece yanılsamalardan ibaretti. Ama öngörülerinin gerçekleşeceğine dair o kadar saplantılı bir inanca sahipti ki, bu kararların en az hasarla herkesi geleceğe taşıdığına inanıyordu. Yani iki karakter de gözleri görürken aslında gerçekten mahrumdular; ancak kör olduklarında gerçeği görebiliyorlardı. Ve yine, gerçeği görmekle lanetlendikleri için kör oldular.
Aslında bu noktada, Oedipus’un, Yunan Tragedyalarının karakterlere sahip olmadığı, daha çok tipoloji üzerinden işlendiği öne sürülebilir; dolayısıyla Hamlet ve Paul arasındaki karakter arkı ilişkisi daha fazla öne çıkacaktır; ancak zaten iki hikayeyi bu bağlamda ele almıyoruz. Şu an yaptığım yorumun ‘trajik kahraman’ ekseninde ele alındığını hatırlatmakta fayda var. Hamlet ve Paul ilişkisine gelecek olursak: birkaç sene önce yazdığım bir Hamlet metninde, tragedyalardaki kahramanların psikolojik boyutunun eksik olduğunu ve kaderciliğin (fatalité) baskın olduğu bir şekilde işlendiğini yazmıştım. Shakespeare’in Hamlet’inin ise modern anlamda bir “karakter” olduğunu söyleyebiliriz -dolayısıyla Paul’ün de, çünkü tam da bu anlamda Paul’ün içsel ve dışsal psikolojik çatışmalarını hem kitapta hem Villeneuve’ün filminde görebiliyoruz. Örneğin Paul ilk etapta, kehanetin insanları kontrol etmek için varolduğunu, dolayısıyla bunun bir parçası olmak istemediğini ama zamanla koşulların onda yarattığı çatışmalarla kararlarını değiştirdiğini görüyoruz. Bir dipnot olarak; yine bir mesih figürü olan Neo karakteri de Matrix Revolutions’da kör oluyordu. Hatta Ajan Smith, bu sahnede, ona ‘Kör Mesih’ diye seslenir. Yine benzer bir şekilde, Neo’nun kör olduğu an, tıpkı Platon’un Mağara Alegorisi’ndeki gibi, bir gerçeği görme metaforu olarak kullanılıyor. Neo’nun körlüğü de, Paul’un Dune Mesihi’ndeki körlüğüne benzer bir biçimde aydınlanmış olmakla ilişkilendirilebilir.
Paul de tıpkı Hamlet gibi bir dük ve yine Hamlet gibi amcasının babasına yaptığı suikast sebebiyle kendini bu olay örgüsü içerisinde buluyor. Aslında özetle, bunun gibi birçok örnekten dolayı, hikaye arkı anlamında Paul ile Hamlet benzeşikliği daha fazla öne çıkıyor; ancak şunu da unutmamakta fayda var: Rönesans dönemi, fikirsel anlamda, Antikite’ye dönüştür zaten. Tabii ki Shakespeare, Aristo’nun üç birlik (three unities, bk. Poetika, Aristo) yıkmıştır ancak bu yıkma tabiri de çok excessive (aşırı) bir anlamda kullanılabiliyor. Antikite’yle Rönesans, bu bağlamda, Modern ya da Post-modern dönemler arasında sanıldığı kadar uçurumlar yok denilebilir. Post-modern zaten varlığı bile tartışmaya açık bir konudur ancak bu başka bir tartışmanın konusu.
4. Doğa Karşısında Küçük İnsan: Bir Tragedyanın Sinematografisi
The Art and Soul of Dune, Tanya Lapointe
“Çöl, insanın kalbinde derin bir yalnızlık hissi uyandırır. Kaçınılmaz bir iç gözlemi tetikler. Bir mikroskop gibi, çöl varoluşsal korkularımızı büyütür. Her türlü toplumsal yapıdan sıyrılmış, sonsuz uzay ve zamanın uçurumu ile doğrudan temas halinde, çıplak kalırız. Çöl, bizi hipnotik bir şekilde kendi insanî durumumuza geri götürür. Neşe, alçakgönüllülük, melankoli ve bazen de çorak bir dehşet duygusu uyandırır. İşte tam da bu izolasyon hissi, Dune’un prodüksiyon tasarımına ilham verdi.”
The Art and Soul of Dune, Tanya Lapointe
Bu Dune artbook’unun önsözünde Villeneuve’ün bahsettiği izolasyon ve doğa karşısındaki güçsüzlük aslında filmin sinematografisinin büyük bölümünü oluşturuyor. Dune tabii ki bir film noir değil ama tıpkı Orson Welles’in Kafka uyarlaması olan the Trial (1962) filminde yaptığı gibi, aşırıya kaçan ‘scale’ e sahip görselleriyle insanın ‘önemsizliği’, ‘yetersizliğine’ bir vurgu yapıyor. Herbert’ın da ekolojik açıdan yarattığı bu ‘setting’ tam olarak da bunu amaçlıyordu. Tamamen çölden oluşan bir gezegen, boyutları 40 metreleri aşan grotesk ölçekteki devasa solucanlar, özel kıyafetler olmadan hayatta kalamayacağınız düzeyde bir sıcaklık. Bu ‘doğanın karşısındaki güçsüzlük’ temasına uygun şekilde, Paul de filmin başlarında daha geniş açılı lenslerle gözümüze olduğundan daha küçük gözükür. Büyük odalar ya da büyük alanların içerisinde, onlara kıyasla daha kırılgan ve zayıf bir karakter resmi oluşturur. Örneğin bu sahnede, Paul Rahibe Ana Mohiam’la görüşmeye giderken uzun koridorlar ve tavanları yüksek bir yapının içinde ilerler. Prodüksiyon tasarımın boyutlarla yarattığı bu duygu durumu, Paul’ün, genel bağlamda insanın, ‘küçüklüğüne’ dem vuruyor.
Dune Part II’de ise, karakteri daha büyük gösteren telephoto lensler, kamera açısının aşağıdan yukarıya doğru olması (low angle shot), onu daha ihtişamlı ve güçlü göstermeyle ilgili bir planlama aslında. Paul’ün karakter arkı geliştikçe, onu daha iri ve kadrajı daha da dolduran, yer yer kadrajdan taşan bir framing’le görmekteyiz. Aynı şekilde, Dune Part II filminde bunu Paul’ün Hayat Suyu’nu (The Water of Life) içtiği sahnenin devamında yaşadığı grotesk değişim, gözlerinin aşırı baharatla birlikte bir Fremen gibi maviye dönüşümü ve geleceğe dair sahip olduğu prescience’ı ile birlikte karakter arkı tamamlanır. Bunun sonucu olarak, tek kurtuluş ve en az kayıpla neticeleneceğini düşündüğü yolu seçmek zorunda olduğunu düşünür. İşte tam bu noktadan itibaren Paul Atreides’in trajik kahraman düşüşü başlar.
“Karizmatik liderlerin alınlarında şu uyarı etiketiyle gelmesi fikrine sahiptim: ‘Sağlığınız için tehlikeli olabilir’.”
Frank Herbert, 1979
Aslında şimdiye kadar yaptığımız bütün incelemeler, Herbert’ın Dune’u kaleme alırkenki vizyonuyla paralellik oluşturuyor; çünkü Denis Villeneuve’ün de sıklıkla alıntıladığı gibi, Herbert, Paul karakterini ve Dune hikayesini bir ‘uyarı’ mahiyetinde yazdığını özellikle vurgular. Tamamen geçerli ve doğru sebeplerle olsa bile, gücün zirvesine ulaşan bir liderin despotlaşma ihtimaline karşı bir uyarıdır aslında. Ne yazık ki, döneminde okuyucular Paul Atreides’i tipik bir kahraman figürü olarak algılamıştı. Bunun sebebi, belki de Dune’un hikaye anlatımının sürekli kendini açarak ilerleyen bir yapıya sahip olmasından ileri geliyor. Sözgelimi, Yüzüklerin Efendisi bize ne kadar yabancı ya da mitoloji olarak gelse de hikayenin ve karakterlerin ana motivasyonları her zaman çok açıktır. Dolayısıyla detaylar zaman zaman kafa karıştırsa bile ‘yüzüğün yok edilmesi gerektiği’ ile ilgili motif her zaman okuyucu ya da izleyici için net bir biçimde ilerler. Oysa Dune’da bu tip bir ‘açıklık’ neredeyse hikayenin hiçbir yerinde olmaz. Hikaye politik bir kargaşanın içerisinde, Paul Atreides’in bir coming of age hikayesi gibi başlar ve babasının suikaste uğramasının ardından gelen sürgünle devam eder. Bolca politik çatışma, bize tamamiyle yabancı bir gezegen ve alışık olmadığımız zensünnni birleşimi bir din exposition’u. Dolayısıyla, Dune, bu bağlamda çokça yanlış anlaşılan da bir hikayedir. Tam olarak aynı sebepten dolayı, Frank Herbert, bir devam kitabı olarak Dune Mesihi isimli romanı yazmıştır. Denis Villeneuve de röportajlarında Dune adaptasyonunun Herbert’ın vizyonuna uygun şekilde tasarlandığına sıklıkla dikkat çeker. Bu noktada, 2026’da çıkması beklenen Dune: Messiah filminin nerelerde dolaşacağını tahmin etmek çok güç değil.
Dune’un ekolojik temaları, şimdiye kadar bahsettiğimiz alegorik yönlerini de güçlendiriyor. Herbert, Arrakis’i Dünya’dakine benzer bir kırılganlıkla inşa etmiş, burada özellikle bir Orta Doğu alegorisinden söz edilebilir.
Özetle, Dune bir modern Oedipus dedik. Paul Atreides, öngörülerine (prescience)’a, soyluluğuna rağmen, tıpkı Oedipus gibi kaderini yenemeyecek kadar küçük birisi. Villeneuve’ün filmi, hem sinematografisi hem de prodüksiyon dizaynıyla bize bunu gösteriyor. Uçsuz bucaksız çöl, insana doğanın karşısında ne kadar önemsiz olduğunu hatırlatıyor.
Peki bu film ya da kitaplar hakkında siz ne düşünüyorsunuz? Paul trajik bir kahraman mı yoksa düpedüz bir kötü karakter mi? Bence daha da önemlisi, günümüz şartlarında Dune’un mesajını nasıl yorumluyorsunuz? Yorumlarda konuşalım.